Ailesiz Toplum- 2 İnsansız Bir Gelecek.

Yazar : Ahmet H. Çakıcı Tarih : 5 Kas 2009 2 yorum


Peki ne olacak bu kadar işsiz (atık) insan?
Muhtemeldir ki, kitleler bu soruya cevap bulması için iki mercie dönüp bakacaklar: Birincisi devletler.
  
   A)       Devletler
Karl Marx'tan alıntılayacağım bir kaç kelimeyi buraya taşımak istiyorum.[1]

1700’lerden önce devletler meşruiyetlerini Tanrı’dan alıyorlardı. Kitleler Tanrı’nın halifesi, gölgesi, kulu, temsilcisi olan devlet başkanına ya da Papa’nın kutsadığı krala, Tanrı rızası çerçevesinde itaat ediyor, onun hizmetinde çalışıyor ya da savaşıyorlardı.

Aydınlanma Hareketi, Tanrı’yı öldürünce insanları devlet için ölmeye, çalışmaya, fedakarlıkta bulunmaya ikna edebilmenin başka yollarını aradı. Ve “Yüce Millet” miti çerçevesinde “devlet” Tanrı’nın koltuğuna oturtuldu.  Bayrak, vatan, millet, milli marş vs gibi yeni kutsallar üretilerek yeni ibadet biçimleri (törenler) geliştirildi. Devlet rızası ile Tanrı’nın rızası örtüştürüldü. Ancak bu kavramlar çerçevesinde ikna edilebilenler hemen her toplumda %5-15 gibi oranlarda kaldı. Bu sorunu çözemeyen Modern Ulus Devletler,  toplumlarını para ile kiralayarak itaati satın alma yoluna gittiler ve sadakatleri karşılığında toplumu ücretlendirmeye başladılar. (Toprak hacmi Türkiye’nin 4-5 katı büyüklüğündeki Osmanlı Devletinin memur sayısı Prof. Kemal Karpat’ın verdiği bilgiye göre 28.000 civarında, 2017 yılında Türkiye Cumhuriyetinin MİT hariç memur sayısı 3 milyon 341 bin 358 iken; emekli, dul, yetim, malullük ve ölüm aylığı alanların toplamı ise 12 milyon 324 bin 186 kişiyi buldu. 2018 Ağustos verisi.)[2]

Ancak devletlerin her ay bu kadar büyük bir kitleye maaş ödeyebilecek kaynakları (5-6 sömürgeci ülke hariç) yoktu [hala yok]. Bunun için sermayeye gittiler ve her ay maaşları ödemek için borç istediler. Büyük tefeciler de onlara kendi şartlarını kabul etmeleri [yani ülkenin kaynaklarını onlara açmaları] halinde bu parayı temin etmeyi kabul ettiler. Karl Marx daha 1800’lerde “bunu kabul ettiklerinden beri iktidarlar, zenginlerin idare kurulundan başka bir şey değiller... onlar çoktan sermayenin tarafına geçtiler... kitlelerin iktidar diye gördükleri birer gölgeden ibaret... İktidarlar meşruiyetlerini bu ilişkiyi gizleyebilmekten alırlar” diyordu.

Dikkat ederseniz büyük tefeciler ne zaman borç vermeyi (memur, emekli maaşlarını ödemeyi) reddederlerse ya da geciktirirlerse gelişmekte olan ülkeler krizlere girerler. Sonuçta sermayenin istediği olur ve kriz aşılır.

Bunun anlamı şu; modern ulus devletlerin bu sorunu çözebilme ihtimalleri oldukça zayıf. Bu sorunu çözebilmek için geliştirecekleri her türlü çözüm önerisi, kitlelerin gelir seviyesinde düşüş anlamına geleceğinden “kitlelerin alıştırılmış oldukları konfor seviyesi” tarafından dirençle karşılanacaktır. İsmet Özel’den bir alıntı yapmak istiyorum: “Türk, konfor ve rahatının bozulmaması karşılığında her şeyini feda etmeye ikna edildi.” Ne yazık ki, bu sözün sadece Türk toplumu için değil, Modernleşme tuzağına çekilmiş tüm topluluklar için doğru olduğunu düşünüyorum.

Üstelik büyük sermayelerin ulaşamadıkları, kontrolünü ele geçiremedikleri kaynak neredeyse kalmadı gibi. Yani Sermayenin sadece fakirlere olan ihtiyaçlarının değil yerel iktidarlara olan ihtiyaçlarının da sonuna geldik.

Modern ulus devletler toplumlarının sadakatini tüm toplumu maaşa bağlayarak sağlamaya çalışırlar, demiştik: Ya eğer devlet para basamazsa ne olur?

Elbette ki memurlar ve askerler sadakatlerini maaşlarını verene (konforlarını sağlayana) yönlendirirler.[3]  İşte “digital para” denen yeni maaş ödeme yöntemi ulus devletlerin elinden para basma/ maaş verme yeteneğini almanın hazırlığı olarak düşünülebilir. Bazı büyük şirketler, devletleri aradan çıkararak digital para ile maaş ödemeye başladı bile.[4]

Öngörümüz odur ki, büyük sermaye; kitlelerin içine düşeceği büyük sarsıntılardan doğacak öfke ve nefreti  devletlerin üzerine yönlendirerek, kendi kitlelerinin elleriyle devletleri tasfiye edecek.

Bu demektir ki, ulus devletlerin yakın zamanda daha da büyük sorunları olacak. Kendilerini kurtarma derdi fakirlere derman olma derdinden daha büyük bir dert olarak onların önünde duruyor.

Bize göre, “İşsizlere ne olacak?” sorusuna cevap verecek ikinci ve gerçek muhatap Sermaye: 


B)       Sermaye

Geçmişte sermaye ve iktidarın, hizmetlerini görecek emeğe/köleye/işçiye ve servetini ya da çıkarını korumak için savaşacak askere ihtiyacı vardı. Fakirler, güçlülere bu hizmetleri vererek onların sermayesinden pay talep ederlerdi. Zengin ve fakir arasındaki bu karşılıklı bağımlılık (Interdependence) ilişki kırılmak üzere: Artık iktidarların ve sermayenin savaştıracak korkusuz robotları ve 7 gün 24 saat hiç yorulmayacak makineleri var. Üstelik ücret de istemiyorlar, itiraz etmiyorlar, gönülsüz olmuyorlar, sendikalaşmıyorlar, çocukları ateşlenmiyor, tatile çıkmıyorlar.

Robotların işsiz bırakamayacağı kesimler için de müjdeli haberler vermek zor. Zira işsizlik miktarları arttıkça, arz yükselip robot giremeyen alanlara yüklenme olacağı ve işçiler arası rekabet de artacağı için doğal olarak iş bulabilenlerin de ücretleri aşağıya gelecek ve onların da hayat koşulları zorlaşacak diye öngörmek zor değil.

Şehirlerde biriktirilmiş yığınlar işsiz kaldıklarında ve devletler onları artık besleyemediklerinde ne yapacaklar? 

Birbirleri ile korkunç bir varlık/yokluk ya da yiyecek savaşına mı girecekler? Bu noktada Alain Touraine’nin sorusu hiç de boş bir soru değil: “Medeniyette ulaştığımız zirve hayvanlığa (neandertal döneme) geri dönmekten mi ibaret?”[5]

Devasa şehirlere yığılmış devasa kitleleri (atık insanları), devasa servetler biriktirmiş olan sermayenin desteklemesi gerekir: “Çünkü o servetleri o fakirlerin hizmetleri ile biriktirdiler” şeklindeki çağrıların bir karşılığı olduğunu düşünmüyorum.

Sermaye, gereksizlere /ıskartalara destek olur mu?

Alain Touraine, “Tanrı olmayınca (Cennet, Cehennem) devasa servetler biriktirmiş olan kapitalistleri, işçilerine ertesi gün işinin başına dönebilmesi için ihtiyacı olan rakamın bir kuruş fazlasını vermeye ikna edemiyoruz.”[6] diyerek şikayet ediyordu.

Tanrı, tam da bu işi yapıyordu. Kutsal kitaplarından tehdit ediyordu güçlü ve zenginleri: “Zenginlerin mallarında fakirlerin hakkı vardır.[7] Eğer onu vermez ve onlara zulmederlerse Cehennem ateşini yükseltiriz” diyordu. 

Aydınlanma Hareketi “fakirleri, güçsüzleri, yetimleri, garipleri koruyan Tanrı’yı” yok etti. Tanrı’nın olmadığı yerde hiç bir fakir, zenginlere dönüp “sizin yığdıklarınızda bizim hakkımız var” diyemez. Çünkü “kanuni” olarak buna hakları yoktur. Ve kanunları 300 yıldır sermaye yapıyor. 

Sermayenin fakirleri desteklemesi önerisine Wendy Brown, Regan’dan alıntılayarak bir cevap veriyor: “Başka milletlerin kendi kaderlerini tayin etmelerine izin vermeliyiz[8], kibarca “kimseye yardım edeceğimiz yok, herkes başının çaresine baksın” diyor. Zaten  Wendy Brown da “servet biriktirme ve serveti paylaşmama hakkının, İnsan Hakkı” olduğunu bu konuda birilerini zorlamanın AHLAKSIZLIK olacağını da aynı kitapta söylüyor.[9] Dikkat edilirse geleneksel ahlak kavramı alt üst edilip yeniden tanımlanıyor ve bir değer olan “başkalarının açlığına sebep olan malı yığmayın” çağrısı, ahlaksızlığa dönüşüyor.

Ancak Hayvan Haklarının Siyasi Kuramı, ZOOpolis isimli kitapta çok daha açık ifadeler var: “İnsanların hayvanlar üzerindeki hayırserver despotluğu, onların ihtiyaçlarını karşılaması fikri, ahlaki açıdan iğrençtir: Türlerin egemenliği, tıpkı milletlerin egemenliği gibi, ahlaki öneme sahiptir. Bir canlı için gelişmek demek, bir ölçüde de önemli meseleleri kendi başına, hayırsever de olsa insan müdahalesi olmadan halledebilmesidir.[10] Dikkat edilirse ihtiyaç sahiplerine yardım etmek “hayırsever despotluk” diye tanımlanırken; bunu teklif etmek İĞRENÇLİK, bunu talep etmek ilkellik, gelişmemişlik oluyor. (Konunun Hayvan Hakları ile ilintisine ise ileride değinmeye çalışacağız.)

Üstelik Prof. Harari de diyor ki, “Zenginlik içinde şımarmış toplumları memnun edemezsiniz. Onlara daha çok yemek daha çok konfor vererek sadece intihar oranlarını yükseltirsiniz.[11] Yani zenginlerin fakirleri desteklemesi, fakirlere zarar vermektir. Açlıktan ölmeye ya da birbirlerini öldürmeye terk edilmeleri onlar için daha iyidir.

Hülasası şu; sermayenin fakirlere destek olmasını istemek iğrençliktir, ahlaksızlıktır. Böyle bir şey mümkün değil. (Muhtemelen bahsettikleri sarsılma yoğun hissedilip, kargaşaya döndükçe “zenginlerin fakirlere yardım etmesini talep etmek” suç olarak da tanımlanacaktır.)

Sermayenin, şehirlere yığılmış işsiz kitleler için yardım etmek yerine başka teklifleri var: İşsizlerin/atık insanların 8 milyarı bulan nüfuslarını 300-500 milyonlara indirmek. (Sayın Rochefeller’in, ışıklar içinde yatmaya gitmeden kısa bir süre önce verdiği röportajda “sistemin işlemesi için 300-500 milyon insana ihtiyacımız var. Gerisi fazlalık.” kelimesinden hareketle veriyorum rakamı.) 

Diyorlar ki, şehirlere yığılmış 8 milyarı bulan kalabalıkları eğer ürememeye ya da üremeyle sonuçlanmayacak ilişkilere razı edebilirsek bir kaç nesil içinde sorun çözülür. Biz de onlara büyük acılar çektirmek zorunda kalmayız. 

Bu nasıl olacak?

Soykütük Teorisi ve toplumsal baş dönmesi ile.

  
2- Soykütük ve Baş Dönmesi:

Ne diyordu Wendy Brown, “Soykütüğün yaratmayı hedeflediği baş dönmesi ile” yok etmeden sekteye uğratmak ve başka bir hikayeye dönüşme olanağı” sunmak gerekiyor. “Alternatif hikayelere” girmeden önce burada geçen Soykütük ve baş dönmesi kelimelerinin açılmasına ihtiyaç olduğunu düşünüyorum.

-Nietzsche ve Soykütük :

SOYKÜTÜK, Nietzsche’nin  meşhur teorisi. (Nietzsche, Hitler Almanya’sının teorisyeni, “üst insan” ve “ari ırk” fikrinin de babasıdır.)
Wendy Brown’dan hareketle Soykütük Teorisinden anladığım  şu:[12]

Evrime göre, insan maymunluktan iki ayak üstünde durmaya başladığı Neandertal döneme geçtiğinde ne Tanrı’yı biliyordu, ne ahlakı, ne edebi, ne paylaşmayı, ne haramı, ne helali, ne nikahı ne de diğer erdemleri. Tarih içinde ihtiyaç duydukça siyaseten keşifler yaptı ve bunları üretti. Ürettiklerinden en büyük ve tehlikeli olanı Tanrı’ydı.  Tanrı ve diğer değerler (ahlak, namus, şeref, merhamet, doğruluk, paylaşım, aile vs) SANIdır, uydurmadır, uydurulmuşlardır. Bu sanılar “kazancınızı fakirlerle paylaşın” diyerek sermayenin birikmemesine, “doğruluk dürüstlük” diyerek kişisel gelişimin engellenmesine, “ahlak, namus, şeref” diyerek pazarların gelişmemesine, “ibadet” diyerek zaman israfına, “zulüm etmeyin, öldürmeyin” diyerek milyonlarca miskinin korunmasına sebep oluyordu.  Yani Tanrı insanın paçalarından tutup onun ilerlemesini, GÜÇ elde etmesini engelleyen bir SANIydı. İnsanın ilerlemesi ve yeryüzüne hakim olmasını sağlayan aç gözlülüğü, hırsı,  tamahkarlığı, tecavüzkar oluşu, sınır tanımaz hadsizliği, bencilliği, zalimliğiydi. Modern keşiflerin ve büyük sanayileri kuran sermayenin temeli korsanlık, sömürü, hırsızlık, gasp, talan ve yağma ile biriken servetlerdi. Bunlar Tanrı’nın tavsiyelerini dinleyerek yapılamazdı.

Biz Tanrı’ya karşı sorumluluklarımızı reddederek 200 yıldır dünyanın efendisi olduk. Ancak bu efendilik uzun süre gitmeyecek. Çünkü Tanrı’yı reddetmek bizi amaç boşluğuna düşürdü. Bu nihilizmdi. Kişinin, “yaşamın anlamsız” olduğunu düşündüğü ilk Nihilizm döneminin ardından Nihilizmin yıkıcı dönemi gelecek; o dönem de “karşıdakinin yaşamasının anlamsızlığı”  dönemi olacak ve bu korkunç bir boğuşma ile neticelenecek (Nietzsche’ciler bu dönemin 2. Dünya savaşı döneminde gerçekleştiğini düşünüyor.) Bu aşamadan sonra, hala dünyanın patronu olmak için Tanrı’yı ve O’na karşı sorumluluklarımızı reddetmek yetmeyecek: Bundan sonra Tanrı'dan geriye kalan hayaleti/hortlağı (yani Ahlakı-AHÇ) da yok etmeliyiz. Vurmamız gereken hedef,  Ahlaktır.

Soykütüğümüze dönmeli, klavuzluğumuzu neanderthal insana yaptırmalıyız. Ne zaman şüpheye düşsek ona dönüp bakmalıyız. Onda olmayana düşman olmalıyız.”

Yani Wendy Brown’ın Soykütüğün baş dönmesi dediği şey;  insanlığın tarih boyunca biriktirdiği değerlerin reddedileceği, erdem ve ahlak diye bildiklerimizin ahlaksızlık, ahlaksızlık diye bildiğimiz her şeyin erdem olarak tanımlanacağı bir kaos dönemi. Tam da bu tanıma uygun olarak “fakirlere yardım edin” çağrısı ahlaksızlık olarak tanımlıyor ve “birinin fakirlere yardım etmesi onun insani olarak gelişmemiş bir varlık olduğuna delildir çünkü o sahip olma duygusundan yoksundur”[13], iddiasını dillendiriyordu Wendy Brown.

Sayın Harari’de, “Tanrı olmak istemek değil, Tanrı olmak istememektir ahlaksızlık” diyordu Homo Deus’ta.

Uygulama pratiğini görmek açısından ahlakın alt üst edilmesi ile ilgili iki örnek vermek istiyorum:
  • Türkiye'de cari kanunlara göre 18 yaşının altındaki bir kadınla evlenince tecavüz oluyor ve tecavüzcü koğuşunda 7 yıla kadar yatılabiliyor. Evlenilen 16 yaşının altında ise tecavüz suçundan hüküm 50 yıla kadar cezaya dönüşebiliyor. Ancak eğer kızla nikah kıyılmamışsa bu “kişisel özgürlük” alanına giriyor suç olmaktan çıkıyor. Zina özgürlük/ahlak, evlilik ise suç/ahlaksızlık kapsamına alınmış durumda. Böylece helal olan yasak, haram olan özgürlük diye tanımlanmış oldu. (Neandertal de nikah yoktu, nikah sonradan keşfedildi.)         
  •       TCK 102.  madde ile evlilik içi tecavüz diye bir suç tanımlandı.[14] “Erkeğin karısıyla rızası dışında ilişkiye girmesi” olarak tanımlanan bu suçun cezası 2 yıldan 7 yıla kadar çıkabiliyor.[15] Hatta kadının ruh sağlığı bozulduğuna dair bir kanaat oluşmuşsa iş ömür boyu cezaya kadar gidebiliyor.  “Tecavüz mü yoksa gönüllü birliktelik mi” olduğuna hukukun en temel ilkesi olan “suç, ispat edilene kadar masumiyet karinesi” iptal edilip sadece kadının beyanı ile karar veriliyor.[16] (Bu kanunun feminist hareket için önemli bir kazanım olduğunu feminist hareketler de kabul ediyor.)[17]
     

    Diğer taraftan son yüzyılda Freud’dan sonra dünyayı en çok etkileyen adam, 20. Yüzyılın ahlakını değiştiren adam[18], cinselliği tabu olmaktan çıkaran bir dahi[19]  gibi sıfatlarla anılan ve "Toplumsal Cinsiyet Eşitliği" fikrinin babası olan  Alfred Kinsey (Alfred Kinsey’e tekrar döneceğiz), Human Female eserinde nüktedan bir şekilde “tecavüzle iyi vakit geçirmek arasındaki fark, kız sonunda eve döndüğünde ebeveynlerinin uyanık olup olmamasına bağlıdır[20] der. Kinsey’in tecavüzün “bir seks oyunundan ibaret[21] olduğuna ve “kolayca unutulabilecek bir şey olduğu"na dair fikirlerinin devamcıları olan Amerika, İngiltere ve İskandinav ülkelerindeki feminist hareketler, tecavüz rakamlarının çok yükselmesi ile  “tecavüzün” suç olmaktan çıkarılıp “nezaketsiz” davranış olarak tanımlanması için gündem oluşturmaya çalışıyorlar.[22] Diyorlar ki;"Tecavüze ağır cezalar istenmesinin nedeni ataerkil kültürden kaynaklanıyor. Öyle büyütülecek bir suç değil."  Bu arada Türkiye’de de “tecavüz” tabirinin “cinsel istismara” dönüştürülmesinin de bu suça karşı tepkinin yumuşatılması olarak düşünülebileceği kanaatindeyim.

Dikkat ederseniz bir taraftan; kadınla zorla ilişkide kocaların cezalandırılması talep edilirken, diğer taraftan; evlenmeden tek seferlik tecavüz suç olarak tanımlanmamalıdır, diye kamuoyu hazırlanıyor. (Neandertal de ilişkide rızaya veya nikaha dikkat etmezdi.)


Bu noktada sık sık gündemimize getirilen ve muhtemelen gittikçe daha sık gündeme getirilecek olan “Hayvan Hakları Kuramı”na yahut “İnsan” tanımının yok edilmesi konusuna değinmek istiyorum.

Hayvan Hakları
“İnsan” ancak Tanrı’nın varlığı ile var olabilir.[23] "Tanrı,  her şeyi yarattı ve sadece insana ruhundan üfleyerek[24] O’nu hayvanlardan ayırdı, insan kıldı. Hayvanları ve diğer mahlukatı da onun hizmetine koşarak, O’nu tüm mahlukatın efendisi, kendisinin “halifesi” olarak görevlendirdi”,  diyordu dinler.

Ancak Tanrı yok ise, İnsanın değerini aldığı kutsal kaynak ya da kutsal görev ve sorumluluk da yoktur. Bu demektir ki, insanın diğerlerinin üzerine otorite tesis etmesinin, “efendi” olmasının, onlardan fayda sağlamasının dayanağı da yoktur. Tanrı’nın olmadığı yerde insan ancak, diğer hayvanlardan biraz daha gelişmiş bir hayvan olabilir. Tersten de söylenebilir; Tanrı yok ise; hayvanlar, gelişmemiş insanlardır.

Bir insan sırf daha iyi matematik sorusu çözüyor diye ya da daha iyi resim yapıyor diye diğer insanlardan üstün ve farklı haklara sahip olamazsa, insan da gelişmiş bir hayvan olarak  sırf çevreden gelen verileri daha karmaşık formüllerle değerlendirebiliyor diye, hayvanlardan üstün olamaz.[25] Dolayısı ile insanın sahip olduğu her hakka hayvanlar da sahiptir, diyorlar[26]. (Evlenmek dahil.)

Bunun için bazı organizasyonlar geliştirilmeye başlandı bile: Mesela Tek Sağlık İnisiyatifi (One Health İnitiative) kendini, “İnsan sağlığı, hayvan sağlığı ve ekosistem sağlığının birbirinden ayrı tutulamaz biçimde bağlı olduğunu dikkate alan Tek Sağlık; doktorlar, veterinerler, diğer bilimsel sağlık ve çevre uzmanlarıyla işbirliği ve dayanışmayı güçlendirmek, ayrıca bu amaçlara ulaşmak için önderlik ve ideare mukavemeti düzenleyerek bütün türlerin sağlığını ve refahını teşvik etme, geliştirme ve savunma amacını taşımaktadır.[33]”... şeklinde tanımlıyor. Bu hareket doktorlar ile veterinerleri bir araya getirme[34] hedefini güdüyor. Kanser, kalp krizi, diyabet, astım, arterit, grip salgınları gibi ortak birçok rahatsızlıklardan beraberce muzdarip olan insanlar ile hayvanlar arasında doktorluk-veterinerlik, hemşirelik-hayvan bakıcılığı gibi ayrıştırıcı çizgilerin olmamasını savunuyorlar. Kemik, diş, bağışıklık sistemi gibi birçok alanda eş biçimliliğin olması ve bu alanlarda hem hayvanları hem insanları tanımlayacak ortak yeni tanımlar geliştirilmesi gerektiğini düşünüyorlar.


Buraya kadar her şey normal gibi duruyor. (Zaten arabalarının içinde diri diri yanan 5 kişilik ailenin haberi ancak kenar köşede yer bulurken[27], ayakları kesilen köpek haberinin[28] haftalarca ekranlarda döndüğü bir ortamda bunlara itiraz etmek de kolay değil.)

Problem şurada ki; şu an mevcut insan nüfusunun %80’i bile henüz bu hakların çoğundan (yemek, temiz su,  barınak, güvenlik, özgürlük, onurlu hayat vs ) nasiplenememişken ineklere, domuzlara, köpeklere, farelere de bunları vaad etmek nasıl mümkün olacak?

Hayvanları insanların seviyesine çıkarmak mümkün değil ama insanları hayvan seviyesine indirmek  pekala mümkün. Tabi zengin/güçlüleri değil, güçsüz ve fakir olanları.(Yalnız zenginliğin ölçüsü milyon dolarlar değil, milyar dolarlardır artık.)

İtalyan filozof, feminist kuramcı Rosi Braidotti, İnsan Sonrası isimli eserinde; “.. insan sonrası kuramı, insanmerkezciliğin kibrine ve insanın aşkın bir kategori olarak ‘istisna addedilmesine’ karşı çıkar." derken felsefeci ve Hayvan Hakları aktivisti Paola Cavalieri de onunla hemfikir; “İnsan Haklarından insanı çıkarmanın vakti geldi.”[29] 

Yani “İnsan” aşkın bir varlık değildir; dolayısı ile “İnsan Hakları”  diye özel bir kategoriden bahsedilemez. Hayvanlarla, insanlar ayrı kategorilerde, ayrı haklarla savunulmamalı, tüm canlılar aynı hakları sahip olmalıdırlar” diyorlar. 

Sayın Prof. Harari de aynı fikirde ancak farklı sebeple: “İnsan Hakları ya da İnsan Eşitliği, en güçlü insanları hadım ederek süper insanların gelişmesinin önüne geçilebilir, hatta bunlarla Homo Sapiens’in bozulmasına ve soyunun tükenmesine bile neden olabiliriz.”[30]  Anladığım kadarı ile İnsan Hakları seviyesinin çok yüksek olduğunu, Süper İnsanların hedeflerinin ya da hayallerinin önünde engel teşkil ettiğini ve bu engelin kaldırılması gerektiğini söylüyor Sayın Harari. “Eğer seçkin bir millet insanlığın gelişimine devamlı ön ayak oluyorsa onu insan türünün evrimine bir katkı sağlamayan diğerlerinden üstün tutmalıyız
[31]” derken de bu görüşünü destekliyor. ((Harari, İnsan ırkının gelişmesine destek verenler biziz(Yahudiler ?) vermeyenler de sizsiniz. Biz efendi olalım, sizin köle olmanız gayet doğal, bunu garipsememelisiniz, kabullenin. Demeye çalışıyor diye anladım.)

Sadece Hayvan Hakları değil, aynı zamanda “Gelişmiş Hayvanların” da Hakları

Eğer Rosi Braidotti’nin İnsan Sonrası eserinde iddia ettiği gibi insan, “insan tabiatına” ilişkin toplumsal sözleşme halini almış tarih içinde üretilmiş bir uydurma ise,insan diye özel bir kategori yok ise, biz sadece “gelişmiş hayvanlar” isek ve insan evrimine katkıda bulunan o “süper insan”lardan da değilsek, gerçekten de egemenlerin gözünde  “hayvanlardan” hiç bir farkımız yok demektir. O halde, Egemenlerin, Hayvan Haklar” diye tartıştıkları şey süper olamayan insanların(gelişmiş hayvanların) hakları meselesi değil midir? Bize göre tam da bunu kastediyorlar ve aslında hayvan hakları diye tartıştıkları şey; yeni kurulmakta olan düzende GÜÇLÜ olamayan insanların (gelişmiş şehir hayvanlarının) konumlarını tayin etmeye yönelik sosyo-ekonomik politikalardan ibaret.

Hayvan Hakları tartışmalarını, "fakir ve güçsüzlerin yeni düzendeki hukuki zemini" tartışmaları şeklinde okumak, çok komplocu bir yaklaşım gibi gelebilir. Ancak böyle düşünmenin, kısırlaştırılarak nesillerinin tükenmesini bekleyeceğimiz domuz ve ineklere tazminat verme tartışmalarında “Domuzlara nasıl bir tazminat vereceğiz?[32]” gibi saçma sorulara cevap vermeye çalışmaktan da bizi kurtardığını da görmek gerekiyor. 

ZOOpolis, Hayvan Haklarının Siyasi Kuramı kitabında; insanların kendi menfaatleri için besledikleri hayvanların yumurtalarını, etlerini, sütlerini, derilerini vs. gasp etmeleri, kullanmaları, yemeleri, içmeleri vahşiliktir. İnsanın bu vahşi dönemi bitmeli ve hayvanlara, insanlara tanınan tüm haklar tanınmalıdır, deniliyor. İnsanların zekileri, daha az zekiler diye başka insanların etini yemez, sütünü içmez, derisini giymezler. Hayvanlarla eşitiz, onların da etini yiyemeyiz, sütünü içemeyiz ve onları sömürmek için çiftliklere, ahırlara, kümeslere hapsedemeyiz. Ancak onları sömürmeyi bıraktığımızda yeni bir sorunla karşı karşıya kalacağız: “Barınaklara, çiftliklere, kümeslere hapsedilmiş milyarlarca  şehir hayvanına ne olacak?” denilerek asıl konuya giriliyor.

ZOOpolis isimli kitaptan evcil şehir hayvanlarına ne olacağı ile ilgili tartışmaları bir kaç madde etrafında özetlemeye çalışayım:

  • Ehlileştirilmiş hayvanların (yani işsiz atıkların) toptan, kitleler halinde bir seferde yok edilmesi sorunun en hızlı çözümüdür.
    Ancak bu çok zalimce ve korkunç acılara neden olacağından bu seçenek kabul edilemez.
  • Ehlileştirilmiş hayvanlar(ıskartalar), medeni insanların sağlayacağı ortamlarda, medeni insanların yardımı ile yaşamaya devam etmelidir. Bu bir tazminat olarak değerlendirilebilir.
    Ancak bu onların doğallıklarına müdahale olacağından; böyle bir teklif,  iğrenç ve ahlaksızca bir teklif olacaktır. Kabul edilemez.
  • Doğada, hayvan egemen alanlar var ederek onların şehirlerle/medeni insanlara münasebetleri tamamen kesilip kendi hallerine bırakılmalılar.
    Ancak şehirlerde yaşamaya alışmış ve doğal ortamda yaşama kabiliyetini kaybetmişleri tekrar doğaya salıp onların medeni dünyadan yardım almalarını engellemek dolaylı yoldan onları açlıktan öldürmek ya da birbirlerini vahşice katletmelerini beklemek anlamına geleceğinden bu da başka bir vahşet olacaktır bu da kabul edilemez.
  • Hayvan egemen alanlara salınmış hayvanları dışarıdan destekleyerek süreç içinde nüfuslarının azalmasına yönelik tedbirler alınmalıdır.
    Ancak bu durumda geçiş süreci çok uzayıp nesiller boyu sürecektir. Bu da onlardan sorumlu olanlara ekonomik yük yükleyecektir. Ki bu halde 2. seçenekten bir farkı kalmıyor.
  • Bu sürecin hızlanması için hayvan egemen bölgelere bırakılan hayvanlar "kısırlaştırılmalı" ve "nüfusları vasilerce sürekli kontrol" altında tutularak bir iki nesilde soyları tüketilmeli ya da en aza indirilmelidir.
    En uygun seçenek bu olarak görülüyor.       
Nitekim yazarın devamında verip tartıştığı bir örnek konuyu açıklar nitelikte:

Yazar, komşusunun köpeğine, bahçe çitini aşan başka bir köpeğin tecavüz ettiğini söylüyor. Köpek hamile kalmıştır.  Köpeğin başlangıçta istemediği ve kendi menfaatine olmayan ancak evrimsel içgüdüleri nedeniyle sahiplendiği bu hamilelik karşısında onun sorumlusu ve yöneticisi olan sahibine düşen görev nedir?

Cevap şöyle oluyor: Kendi menfaatlerini bilemeyecek durumda olanlara karşı, tepki ve masraf ne olursa olsun kısırlaştırma/kürtaj, hayvan vasilerinin ihmal edilemeyecek ahlaki sorumluluğudur.

Eğer bizim perspektifimiz doğru ise bu cümle; sermayenin devletlere vermiş olduğu "b
edeli ve masrafı ne olursa olsun, toplumların fikrini sormadan, kontrolsüz üremeye izin vermemek dolayısı ile nüfuslarını azaltmak devletlerin sorumluluğudur" direktifi olarak okunabilir. 

Bu cümleyi, Prof. Harari’nin cümlesi ile beraber düşünelim:  “Nasıl ki Homo Sapiens (bugünün insanı) maymunlara ya da neanderthale “ne istersin” diye sormamışsa, geleceğin süper insanı “Homo Deus” da bugünün insanı Homo Sapiens’e  kanunları yaparken, “Ne düşünüyorsun, ne istersin?” diye sormayacak.”    

Ve sıradan insanlara “Nasıl bir dünya istiyorsunuz?” diye sormadan kanunları yapıyorlar.

                                                                                          Ahmet H. Çakıcı
                                                                                     Muharrem 1440 / ALANYA


3-Alternatif Hikayeler

Toplumların ikna edilmeye çalışılacağı alternatif hikayeleri bir daha ki yazıda incelemek istiyoruz
Sonraki Yazı: Ailesiz Toplum -3 Adam ZOOlog ,Toplumsal Cinsiyet Eşitliği



[1] Alıntıların bir kısmı “Spivak Gayatri’nin : Madun Konuşabilir mi?” eserinden bir kısmı da Wendy Brown’ın “Tarihten Çıkan Siyaset” eserinden.
[3] Türkiye Cumhuriyetinin Ordusunun da artık tamamen “maaşla askerlik” dönemine geçişinin bununla ilişkisi var mıdır acaba?
[5] Modernizmin Eleştirisi
[6] “Medeniyette ulaştığımız nokta hayvanlığa geri dönmek mi?” sorusunu Alain Touraine, Modernizmin Eleştirisinde dile getiriyor.
[7] Zariat Suresi 19.Ayeti kerime.
[8] Regan 1983,357 syf.
[9] Terry Eagleton da bu meyandaki görüşleri Tanrı’nın Ölümü ve Kültür eserinde toplamış.
[10] Nussbaum 373 (Zoopolis- s: 184)
[11] Homo Deus, Yuval Noah Harari
[12] Wendy Brown bu alıntılar için kaynak olarak : Ahlakın Soykütüğü Üzerine, Şen Bilim, İyinin  ve Kötünün Üzerinde, Putların Alacakaranlığında, Güç İstenci ve Alacakaranlık  eserlerini kaynak olarak veriyor.
[13] Wendy Brown, Tarihten Çıkan Siyaset
[14] TCK. Madde 102
(1) Cinsel davranışlarla bir kimsenin vücut dokunulmazlığını ihlâl eden kişi, mağdurun şikâyeti üzerine, iki yıldan yedi yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.
(2) Fiilin vücuda organ veya sair bir cisim sokulması suretiyle işlenmesi durumunda, yedi yıldan oniki yıla kadar hapis cezasına hükmolunur. Bu fiilin eşe karşı işlenmesi hâlinde, soruşturma ve kovuşturmanın yapılması mağdurun şikâyetine bağlıdır.
[17] https://www.morcati.org.tr/tr/yayinlarimiz/makaleler/99-aile-icinde-kadina-yonelik-siddete-karsi-mucadele-ve-feminizm
[20] (bkz: http://www.decentfilms.com/articles/kinsey) (Ekşi Sözlük’ün Kinsey Maddesinden alınmıştır.)
[23] Terry Eagleton, Tanrı’nın Ölümü ve Kültür.
[24] Hicr Suresi  29. Ayet
[25] ZOOpolis, Hayvan Haklarının Siyasal Kuramı
[26] Aynı eser.
[29] ZOOpolis, Hayvan Haklarının Siyasal Kuramı
[30] Homo Deus, Noah Harari s:266
[31] Aynı Eser.
[32] ZOOpolis, Hayvan Haklarının Siyasal Kuramı
[34] Rosi Braidotti, İnsan Sonrası  s:192


Bu yazımı arkadaşlarınızla paylaşın

2 yorum:

dr abdullah dedi ki...

bir anda içime derin bir karartı düştü sayın hocam . Görüşleriniz çok doğru ama Allah var .

Ahmet H. Çakıcı dedi ki...

Kudret var. Onda bir sorun yok sanırım.
Yahudiler, Filistin'e gitme emri verilince, "Eğer Allah onları Filistin'den çıkarabilirse biz de geliriz" demişlerdi. Yani imtihanı tersyüz edip "biz Allah'ı imtihan ediyoruz" dediler.
Ben sorunun Kudret tarafında değil, bizim tarafımızda olduğunu düşünüyorum. Kudret var, peki biz var mıyız?

İlginize teşekkür ederim.

Yorum Gönder